Bir yazının ya da eğitimin ardından konunun hemen “ Peki ne yapacağız?” a bağlanmasına çok alıştım. Kendi probleminin çözümünü bulma yoluna girmek uzun ve yorucu oluyor pek çok kimse için. Ama başkasının çözümü de eğreti durunca iç dünyalarında, bu sefer daha yorgun ve çaresizce başka çözümlere yöneliyorlar.
Bunu anlayabiliyorum. Sorunları hemen çözüme kavuşturmak ve var olan problemi çözmek istiyor insanlar. Lakin bir problemin kaynağını bulmadan onu çözebilmenin ne derece zor olduğunun farkındayım artık. Ve kendimi ne kadar net ifade etmek istesem de, bir yerde hep eksik kalan kısım olacağının da farkındayım.
Bu sebeple bir yazı dizisi olarak düşündüğüm Kadın Olmayı Sevmek yazılarının ilkini algımızdaki erkek, kadın ekseninde tutmaya çalıştım. Zira kadın ve erkek dendiğinde algısındakilerin farkında olmayanlar, mış gibi cümlelere ikna olmak konusunda zorlanmıyorlar. Halbuki içsel yönelişe sıra geldiğinde zorlanabilmek bu yüzden çok daha mümkün.
Bunun yanında ebeveynlik miras bırakılarak devam eden bir sistem. Kendi algılarıyla henüz yüzleşmeyenler, çarpraşık ve nefret geliştiren algılarının neticelerini kendinden sonraki kuşağa da aktarıyorlar. Bizim kadın ve erkek diye sadece kendi ilişkimiz ekseninde yaşadığımız haller, çocukların gözünde nasıl anlam buluyor sorusunu soramadığımız için, yorgun bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılıyor.
Ayrıca zihnin ilişkilendirmek gibi bir işleyişi vardır. Zihninde ilişkilendirdiği erkek ve kadın anlamlarının, duyduğu ve gördüğü şeylerle uyumlu olması o ilişikliği devam ettirmesi açısından diretmesine de sebep olan unsurlar haline gelebiliyor. İnsanların değişime direnmeleri biraz da bu yüzden zaten.
O yüzden adım adım bir yol izlemek niyetindeyim. Bunun yanında elbette öneriler geliştireceğim. Ama tıpkı bir rahatsızlıkta doktora gittikten hemen ardından iyileşme nasıl mümkün değilse ve teşhis için önce tahlillere ihtiyaç varsa, bu yüzleşmelerde de benzer bir şeye ihtiyaç var. Sorularımız ve vereceğimiz cevaplar iç dünyanın tahlilleri ve röntgenleri olacaktır diye düşünüyorum.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra ikinci bölüme geçebilirim sanırım ;
Hepimiz Anne ve Babalarımızın Korkularıyız
Çocuk ve dünya tasavvurumuz anne ve babalarımızdan miras aldığımız şeyler demiştim. Dünyanın güvenilmez ve tekin olmayan bir yer olduğunu düşündüğümüzde elbette bu algımıza hizmet eden şeyler yapmaya devam ederiz.
Doğan Cüceloğlu bunu korku toplumu olarak nitelendiriyor. Korktuğumuz için, karşımızdakini zaptetmek, aşırı sınırlandırmak getirmek, ödüle ve cezaya başvurmaktan geri durmayız. Çünkü bıraktığımız andan itibaren işlerin kontrolümüzden çıkacağını ve her şeyin karma karışık olacağına inanırız. “Kızını rahat bırakırsan ya davulcuya, ya zurnayıcıya “ yargısı da zaten temelini bu eksen üzerine bina eder.
Çocuk yetiştirmek uzun vadeli bir süreç olduğu için, şimdiki zamandaki hallerle bütünü değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ama anne ve babalar şimdiki zamanda yaşadıkları bütün korkuları çocuklarının gelecek zamanlarına da taşıyorlar.
Artık erkek çocukları içinde de benzer kaygılar yaşanmaya başlasa da, kız çocuğu yetiştiren anne ve babalar için ergenlik döneminden itibaren, kaygılı ve korku dolu zamanlar başlamış demektir. Ve kızların, yoldan çıkmasından, başlarını öne eğmesinden o kadar korkarlar ki, bunu diğer cinsin ne kadar kötü ve güvenilmez olduğu tohumlarını ekerek yapmayı tercih ederler. Bütün erkekler, istismarcı, güvenilmez, sapık, eziyet eden birine dönüşür kızların gözünde. Ve kadın olmayı tüm bu kötülüklerin arasında, enkaz altında kalmış hissiyle hissetmeye çalışırlar.
Halbuki, değer dediğimiz şey, güvensiz ve karşı cinsi kötüleyen cümlelerle değil, bizzat biz de var olan haliyle geçer karşı tarafa. Eşimize, oğlumuza/kızımıza davranış biçimiyle şekillenir. “Ekonomik özgürlüğüm olsaydı bu adamı bir dakika çekmezdim” ile “ Sana güveniyorum ama dışarıya güvenmiyorum” aynı bakış açısından besleniyor. Belki de kendinde oluşturulan algının yansımasını, çocuğuna aktarıyor anne baba.
Bu sebeple aslında anne ve babalarımızın – fark edemedikleri- korkularının sonucunda oluştu tüm bu olumsuz yargılarımız. Bu yargıların destekleyiciliği hususunda da örnek bulunmazsa, şehir efsanelerine dönmüş şeyleri paylaşmaktan da çekinmedikleri için büyük tabloda yapılan tahribat gözükmüyor ne yazık ki.
İşte bu yüzden, anne babalarının korkularının üzerimize ne kadar yapıştığına bakıp, benzer korkuları kendi çocuklarımıza aktarıp aktarmadığımıza dikkat etmemiz lazım.
Yoksa elin oğlu/kızı olduğunda kötü gözükenin, eşimiz olduğunda biricik olması ve bir kız çocuğunun sürekli karşıdakinden korkarak kendini sevmesi mümkün olmuyor.